Sevgili okuyucular, bu hafta ki konumuz hepimizin her türlü ilişkide birbirinden beklediği ve hayati önem verdiği: Doğruluk, Dürüstlük. Misal, hoşlandığınız birisiyle bir yemeğe çıkıyorsunuz, ilk konuşulanlar genelde ne oluyor? “Ben yalan söylemeyi hiç sevmem” “Bir insanı aldattığında aslında kendini aldatıyorsun” “ Harbici dosdoğru kadını-erkeği severim” Tanıdık geldi mi? Sadece gönül ilişkilerinde değil, hayatın her alanında herkesin dilinden düşürmediği, birbirinden beklediği, istediği “doğruluk”. Peki, doğruluğu kaldırabiliyor muyuz? Daha net olayım; karşıdaki kişinin doğruları söylemesi işimize gelmediğinde de doğruluk konusundaki o sarsılmaz duruşumuz devam ediyor mu? “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” diye boşuna mı demiş atalarımız? Bir de görece daha az kullanılan bir atasözümüzü de yeri gelmişken vurgulamak istiyorum: “Doğru söyleyenin bir ayağı üzengide gerek”. Bu sözün anlamı ise şöyle açıklanabilir; “Doğru sözlü olan kişi, bulunduğu yerden ayrılmaya hazır olmalıdır. Çünkü sevilmeyen, istenmeyen kişi olacak, orada barınamayacaktır.
Bazı toplumlarda doğru sözü kabul etmek, sözü edenin haklı olabileceğini düşünmek zinhar olmayacak bir işmiş gibi görülüyor ne yazık ki. Üniversite yıllarında değerli bir hocamın bu konuda anlattığı bir gözlemi değerlendirmenize sunmak istiyorum; Hocam derdi ki: “Bazıları kötü olan her şeyin sebebi şeytandır der, aslında o bazılarının(kendisine göre) hiç suçu yoktur, onu yoldan çıkaran o kör olasıca şeytandır. Bu sebeple gider Mekke’ye orada şeytanı taşlar ve rahatlamış olarak evine geri gelir. Bazıları ise işlediği günahın yaptığı kötülüğün farkına varabilecek kadar erdemlidir. Af diler, Allah’a yakarır şeytanla arasına mesafe koyar.” Velhasıl, işlenen günahın sorumluluğunu üstlenmeyi bilmemekle, hatalı yapılan bir şeye karşı dosdoğru söylenen sözü kaldıramamak da aynı şeydir. İkisinde de suçu başkasına atarsın, ikisinde de hep sen haklısındır. İkisinde de birini taşlama ve cezalandırma yoluyla kendini tatmin eder rahatlarsın. Nihayetinde, dürüstlüğü yücelten topluluklar daima kazanan tarafta yer alır. Çünkü hak yiyenler, uyanıklar, yağcılar, safsatacılar, düzenbazlar böyle topluluklarda nefes alamaz; yaşam alanı bulamazlar. Bu da insanların mutlu, verimli, huzurlu bir şekilde ve bir ahenk içerisinde yaşamalarına vesile olur.
Şimdi doğruluktan dürüstlükten bahsettik ama burada püf nokta insanları kırmadan bu işi yapabilmek tabi ki. Doğruyu yerinde ve zamanında söylemek, patavatsızlığı ve doğruluğu birbirinden kesin bir şekilde ayırmak gerekir. Patavatsız insanı hiç kimse sevmez, dokuz değil 19 köy olsa, hiç birinde istenmez.
Yeri gelmişken, konu ile ilgili güzel bir hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyorum:
Adamın biri, "Nerede olursa olsun ben hep doğruyu söylerim, asla müdara etmem." diye iddiada bulunurmuş. (Müdara; idare etme, gönül alma, yumuşak davranıp hoş geçinme demektir...)
Bir gün birinin şahide ihtiyacı olmuş, bu doğru konuşan adamı şahit olarak mahkemeye götürüp kadı efendinin karşısına dikmiş. Bizim doğrucu bakmış ki, kadı efendinin bir gözünde şaşılık var. Hemen, "Selamın Aleyküm kör kadı." deyivermiş. Kadı da hiddetlenip, "Atın şu münasebetsizi içeriye." Diye kükremiş. Adam hapsi boylamış.
Mahkûmlar ısrar etmişler, "Neden hapse atıldın?" diye... O da omuzlarını silkiyormuş: "Ben sadece doğruyu söyledim: 'Selamın Aleyküm kör kadı.' dedim. O da beni hapse attı. Hâlbuki ben doğruyu söylemiştim."
Mahkûmlar gülmüşlür: "Efendi, her doğruyu her yerde söylemek doğru mu? İşte böyle münasip olmayan yerde söyleyeceğin bir doğru, münasip olan yerlerde söylemen gereken doğrulara da mani olur, şahitlik bile yapamaz hale getirirler seni..." demişler.
Son söz olarak; Hiç kimseyi kırmak, aşağılamak, kötülemek gayesi taşımadan, doğruyu söylediniz diye, sizi dokuz köyden kovarsalar. O zaman yapacak bir şey yok “Onuncu köyden merhabalar”…