Sevgili okurlar, Eylül ayının ilk haftasını geride bıraktık, ancak havalar halen sıcak ve nemli. Okulların açılmasıyla yerli turistler için de tatil mevsimi büyük oranda kapanmış olacak. Bunun sonucunda da, sanal alemde, yazın bitişine yönelik hüzün dolu paylaşımları artarak görmeye devam edecek gibiyiz. Ne yalan söyleyeyim, ben bu duruma hiç üzülmüyorum… Sıcaktan bunaldığımız, iki adımda kan ter içerisinde kaldığımız, başımıza güneş geçen günlerden; serin serin keyif yaptığımız, sakinliğin hakim olduğu,  nefes alabileceğimiz günlere geçiş anlamına geliyor benim için Eylül. 
Eski insanlar, yerleşim yeri olarak hep rüzgar alan tepe noktaları seçerken, şimdi bizler neden çukurun ortasında boğuluyoruz onu da anlamış değilim. Üstüne üstlük, yaşam alanlarımızda doğaya dair bir şey bırakmadan her yeri betona çevirmemiz, sıcakları daha da dayanılmaz hale getiriyorken... Mahmutlar’da, evimin yan tarafında, yol kenarı boyunca uzanan güzel bir muz bahçesi vardı. Yaz gecelerinde dahi, yanından geçerken, o bahçeden tatlı bir serinlik gelirdi. Sağ olsunlar, orayı da kazdılar, bahçeyi dümdüz ettiler ve kocaman bir apartman diktiler, serinlik merinlik kalmadı. Seyir terasından Alanya’da sahil hattına bakınca, birbiri üstüne yapılmış evlerden başka bir şey göremiyor insan. Bu durum sadece Alanya’ya özgü değil tabi ki,  çoğu yerleşim yeri için aynı görüntü geçerli. Bu evler, yani beton yığınları, ağaçlar-yeşillikler gibi güneş ısısını emmiyor, aksine sıcaklığı içinde depoluyor. Akşam serinliği gelse dahi, betonlardan fışkıran ısı, çevresindekileri bunaltmaya yetiyor. Denize girmek, güneşlenmek dediğin, üç günlük saltanat gibi… Tatilciler için hoş bir ortam evet, ancak bütün yaz o sıcağı iliklerine kadar hissedince, insanın gözü ne denizi görüyor ne de güneşi. Gözler de Eylül’ü arıyor haliyle.
Şimdi sıcaklardan dem vururken, yeşilliğin yok edilmesi ve betonlaşmaya kadar gitti mevzu. Bazıları, “yahu sana ne, insanlar istediği gibi yaşamakta özgür, herkes nasıl istiyorsa öyle yaşasın” diyebilir. Kısmen haklı da olabilirler tabi; bedelini ödüyorsak (yanıp kavruluyorsak) neden olmasın? Peki, bu kadar konuştuktan sonra, bir çözüm önerisi sunmayacak mıyız? Alanya’nın yaylası bol, seçin beğenin birisini. Siz de Eylül’ü bekleyenlerdenseniz; yazları yaylaya çıkmak tek çözüm. Yörük atalarımız, bu işin çözümünü yüzyıllar, belki de bin yıllar öncesinden bulmuşlar aslında. Ah bir de hayat meşgalesi elimizi kolumuzu bağlamasa! Özgürüz, istiyoruz ama yapamıyoruz. Neden mi? Bu noktada konumuzla ilgili güzel bir çıkarım ortaya koyacağı düşüncesiyle “Bilge Kral” hikayesini sizlerle paylaşmak istiyorum: 
Adamın biri, bilge bir kral olmakla ün salmış olan kralın huzuruna çıkmış.
Krala sormuş:- "Efendim söyleyin bana hayatta özgürlük var mıdır?"
Kral:- "Elbette. Kaç bacağın var senin?" demiş
Adam şaşırarak;- "İki efendim" diye cevap vermiş.
Kral; - "Pekala, tek bacağının üstünde durabilir misin?" diye sorunca; Adam;- "Elbette" demiş güvenle.
Kral; - "O halde hangi bacağın üstünde duracağına karar ver" diye buyurmuş.
Adam biraz düşünmüş ve sol bacağı üstünde durmaya karar vermiş.
Kral;- "Tamam. Şimdi de öteki bacağını kaldır..." deyince, Adam şaşkın bir halde;- "Bu istediğiniz şey imkansız kralım." demiş.
Kral; - "Gördün mü? Özgürlük budur. Sadece ilk kararı almakta özgürsün. Ondan sonrasında değilsin" diyerek sözünü bitirmiş.
Hayatımızın akışı hakkında, doğa hakkında, çevremizde olup bitenler hakkında, verdiğimiz kararlarda ve seçimlerimizde özgürüz. Bedeline razı gelmek ve diğer yollardan feragat etmek şartıyla.
Haftaya görüşmek üzere…