Sevgili okurlar, bu “hafta kusur aramak” üzerine bir değerlendirme yapacağım. Sizleri bilmem ama benim sosyal ortamlarda çokça gözlemlediğim bir durum bu. Şöyle bir düşününce, herkesin gündelik hayatında bu durumla karşılaştığı fark edilecektir. Burada kesin bir bilgiyi de paylaşmak istiyorum, her insanın ‘doğal olarak’ bir kusuru vardır. ‘Her şeyi ile mükemmel insan’ diye bir şey yoktur. Diyeceğim o ki; Bir insana kusurunu bulmak için bakarsak, buluruz.
Bazen öyle durumlarla karşılaşılıyor ki, bir insanın bir olayda kusuru bulunmasa da, o kusur bir şekilde üzerine yapıştırılıyor. Bunun başlıca sebepleri; ‘ön yargı’, ‘her duyduğuna inanma’, ‘arkadaşların-akrabaların görüşlerinden etkilenme’dir. Öyle ki hayatınızda hiç muhatap olmadığınız, bir şeyler paylaşmadığınız birisi, sizin hakkınızda bir kanaat sahibi olabiliyor. Anlattıklarımla ilgili, güzel bir Çin atasözü var; Duyduğuma inanmam; gördüğümün yarısına, yaptığımın tamamına inanırım. Aslında herkes yaptığı şeylerden sorumlu, bunu göz ardı ederek başkalarının yaptığı şeyleri irdelemek, ‘insanı kendisine karşı kör edebiliyor’ ne yazık ki. Başkalarında kusur ararken, kendimizi ıskalayabiliyoruz, bu da kendimize yaptığımız bir kötülük çeşidi aslında. Düşünce ve davranışlarımızı gözden geçirip, daha kaliteli ilişkiler yaşamak varken, gölgelerle savaşıp hayat yolculuğunda yorgun düşmek, ne büyük tezat değil mi? Sözün özü, kimse sütten çıkmış ak kaşık değildir. Kusursuzluk, her insanın kendi başına çıktığı, ömürlük bir yolculuktur. Önemli olan, bu yolcuğun bizde meydana getirdiği değişim dönüşümdür.
İnsanların, birbirinin kusurunu aradığı bir ortamda, tam manasıyla kardeşlik-arkadaşlık-sevdalık filizleri de yeşeremiyor haliyle. Oysa bu kavramlar, bir müessesedir. Bakım ister, disiplin ister, fedakârlık ister. Bu müessesenin yedi gün - yirmi dört saat açık olması lazım gelir. Mesela, sadece sıkıştığınız zaman "gün, kardeşlik günüdür" derseniz, olmaz. Bunun adına "kardeşlik" diyemeyiz, samimiyetten bahsedemeyiz. Peki, bu durumda kusuru aranan kişi ne yapmalı? Her şeyi kabullenip kabuğuna mı çekilmeli, yoksa kavgaya mı tutuşmalı? “Deniz Gibi Olmak” kıssası ile bu durumu açıklamak istiyorum;
Bir çocuğun ayakkabısı denize düşer, kaybolur… Sahilde kumların üzerine şöyle yazar; “Bu deniz hırsızdır.”
Biraz ötede bir balıkçı ağına yakalanmış çok miktarda balığı kıyıya çeker ve kumlara şöyle yazar; “Bu deniz cömerttir.”
Bir genç denizde boğulur… Acılı, ağıt yakan annesi kumlara şöyle yazar; “Bu deniz katildir.”
İhtiyar bir balıkçı koca bir inci barındıran istiridye çıkarır denizden ve kumlara şöyle yazar.. “Bu denizin gönlü çok zengindir.”
Bir dalga gelir, sahilde yazılı tüm yazıları siler.
Deniz sükunet ve huşu içinde seslenir.. “Eğer deniz olmak istiyorsan başkalarının söylediklerine önem vermemelisin.” Çevrenizdeki kusur bulucuları ya da şakşakçıları hoş görüp, yolunuza-yolculuğunuza devam etmede ‘deniz gibi’ olabilirseniz; ‘Siz Kazandınız’ demektir…
Toparlayalım. On binlerce yıldır dünyadayız. İlişkilerin (iletişimin) bu kadar kolay, bu kadar yoğun ve bu kadar boş olduğu bu düzende; Artık yorulduk. Bu yorgunluk, başka başka şekillere bürünüp karşımıza çıkıyor: Dikkatsizlik, hazımsızlık, düşmanlık, saygısızlık, duymamak, dinlememek, görmemek, ciddiye almamak, emeğe hürmet etmemek ve benzeri... Uzun sözün kısası; kusurluyuz, belki de bu yüzden hep başkalarında kusur arıyoruz. Ne dersiniz?
Haftaya görüşmek üzere…