“Evvela rahimden ayrılır insan, istemeye istemeye gözlerini açar dünyaya ağlayarak, sonra memeden ayrılış, sonra kucaktan. Neye alıştıysa ondan ayrılması zordur insanın, neye alıştıysa ondan ayrılmak zorunda kalıyor insan.” (Dücane Cündioğlu).
Bireyin doğumla başlayan göç hareketliliği ailelerin ve toplumların yaşadığı en büyük kitlesel travmalardan biri haline dönüşüyor. İnsanı besleyen sayısız toplumsal damar vardır. Bir anlamda göç, kişilerin ve toplumların köklerinden ayrılması anlamına gelmektedir.
Analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung, “Ebeveynlerim, büyükanne, büyükbabalarım ve daha uzak atalarım tarafından tamamlanmamış, cevaplanmamış halde bırakılan soruların etkisi altında olduğuma kuvvetle inanıyorum. Sıklıkla, bir ailede ebeveynlerden çocuklara geçen kişisel olmayan bir karma var gibi görünür. Bana her zaman, önceki nesillerin yarım bıraktığı, tamamlamam veya belki de devam ettirmem gereken şeyler var gibi gelmiştir.” sözü, göçün göç sonrası modernite içinde eriyen toplumlar ve kültürler için kullanılan köksüzleşmenin oluşturacağı travmayı işaret etmektedir.
Göç, isteğe bağlı olsa bile ciddi travmalara neden olabilir ve birçoğu için ruh sağlığı sorunları anlamında önemli bir risk faktörü haline gelir. Birçok açıdan göç bir travmadır. Bu tam bir kimlik ve aşinalık kaybıdır ve göç edenler genellikle yeni bir çevreyle başa çıkmalarına yardımcı olacak uygun araçlardan veya kaynaklardan yoksun bırakılır. Bu geçiş kendi içinde iyi bitse bile derin izler bırakabilir. Bireylerin göç sırasında ya da sonrasında yaşayabilecekleri işsizlik, gelenek göreneklerden uzak kalma, kendine yabancılaşma, sosyal destekte azalma, aile üyelerinden ayrılma, kültürlerinin belirli bir oranda kaybedilmesi, yeni yerleşim yerinde yalnız hissetme ve iletişim kurmada önemli ölçüde zorlanma gibi birçok sorun, göç edenler tarafından travmatik bir yaşantı olarak algılanabilmekte ve bu bireyleri ruhsal açıdan olumsuz etkileyebilmektedir.
Ülkemizin tarihsel gelişiminde göç her zaman var olmuştur. Çocuklar büyüme süreçlerinde göçe tanıklık eden ebeveynlerinin direkt veya dolaylı olarak anlattığı hikayelerle büyür. Bunlar adeta bilinçaltına yüklenir. Anlatılan hikayelerde en çok karşılaşılan “davetsiz misafir”, “köylü” gibi ifadelerdir. Bu da göç edene karşı olumsuz duygu durumu oluşturarak, zaten onun için sıkıntılı olan göç sürecini daha da zorlayıcı yapmaktadır. Göç sürecinin toplumsal bellekteki karşılığı yukarda bahsettiğimiz durumlar olunca nesillere aktarımı da kültürleşmeden çıkarak travmatik olarak devam edebilmektedir.
Peki bu travmatik aktarım döngüsünü değiştirmek için kendimize nasıl bir bakış açısı geliştirebilir diyorsanız; “Nasıl ki bir yaş diliminden bir sonraki yaş dilimine her geçiş ayrılık, zorluk, zorunluluk barındırıyorsa bu süreç de aslında birçok açıdan pedagoji, olgunlaşma ve büyüme anlamına gelmektedir. Yerinden olmak ya da yer değiştirmek ve buna tanıklık etmek, sürekli benliğe ve deneyime değer katar. Göçü, travmatik aktarım durumlarından büyüme deneyimlerine dönüştürmek umuduyla…