“İnsan olmak, evsizliğe doğmak demektir.”
Fredrik Svenaeus

İnsan erken doğan bir canlıdır. Çünkü insanlar doğunca ne yürüyebilir ne de koşabilir; motor işlevleri çok kısıtılı ve biyolojik bütünlükleri yetersiz düzeydedir. Ayrıca beyin de tam olarak gelişimini tamamlamamıştır. Bebek doğduğunda ancak 30 santim ötesini görür. Beynin duygu ve düşüncelerden sorumlu, yaşadıklarına bir anlam vermesini sağlayacak bölgeleri de anne ve babayla ilk ilişki deneyimleri sonrasında şekillenir.
Bebek doğumdan sonra uzun bir süre annesinin bakımına muhtaçtır, hayatta kalmak için ona bağımlıdır. O olmadan karnının doymadığını, altının pis kaldığını, üşüdüğünü, en önemlisi de şefkati, anne karnındaki güven ve emniyet hissini onsuz yaşayamayacağını öğrenir. Otto Rank’a göre, insanın ilk aşk nesnesi olan anneden/rahminden ayrılışı insan için travmatik bir süreç olup daha önce annesiyle yaşantıladığı birlik, bütünlüğü ve dengeyi sarsmıştır. Bu durum insanın bilinçaltında bir kayıp ve eksiklik olarak algılanmış; buna karşı bitmek tükenmek bilmeyen bir arayış ve derin bir özlem hasıl olmuştur. Dolayısıyla insan tekrar birlik ve bütünlüğünü, tamamlanma ihtiyacını sağlamak için dünya üzerinde amansız bir mücadeleye girişmiştir. İnsanın dünya üzerinde tekinsiz bir evsizlik hissine kapılmasına, kaygıya ve kaybettiğini hissettiği şeye dinmeyen bir özlem duymasına neden olmuştur. Bir insanın başına gelen en büyük ilk travma olan doğum travmasını atlatabilmek için bebek, anne teninin sıcaklığına, o tanıdık kokusuna ihtiyaç duyar. Heidegger, insanın bu dünyaya
fırlatılmış olduğunu düşünür ve “Fırlatılmışlık sadece ‘olup bitmiş bir olgu’ olmayıp, henüz tamamlanmamış bir vakadır” der.
‘Öteki’ olmadan var olunamayacağı bilgisi, dil öncesi dönem dediğimiz yaşamın ilk yıllarında belleğe düşünsel değil, duygusal olarak kaydedilir. Yalnızca duygu olarak, çünkü dilin olmadığı o dönemde düşünsel bir bellek kaydı da mümkün değildir.
Annenin her uzun süreli uzaklaşması başlangıçta ölüm korkusu yaşatır bebeğe, dehşet duygusu uyanır içinde. Zamanla ayrılıkla başa çıkmayı öğrenir, annenin gidişinin yarattığı hayal kırıklığına tahammül edebilir duruma gelir. Bunun için kullandığı yöntemlerden biri de bir geçiş nesnesi edinmektir kendine. Winnicot’un tanımladığı bu geçiş nesnesi pelüş bir oyuncak ya da battaniyesinin bir ucu olabilir. Çocuk bu nesnenin de yardımıyla annesiz bir hayata hazırlanır. Erişkin hayattaki ayrılıkların da bu kadar çok acı vermesi bu ilk ayrılık deneyimleri nedeniyledir. Akıl ne derse desin, duygusal bellek ayrılığı dehşet duygusuyla atıverir önüne kişinin. Erişkin birey de bir geçiş nesnesi bulur bazen kendine. Örneğin sevgilinin ayrılırken unuttuğu saç fırçasını kullanır bir süre. Yarım bıraktığı kitaba onun kaldığı yerden devam eder. Özlediğimiz şey aslında sevgili midir, yoksa tekrar mutlu olmak mı? Bir sürü insan mutlu olmak diye yanıt verebilir bu soruya. Oysa, Hermann Hesse’nin dediği gibi, “Mutluluğun peşinden koştuğumuz sürece, mutlu olmak için yeteri kadar olgun değiliz demektir.”