“Bir yanımız Yavuz’dur bizim, bir yanımız Yunus” der rahmetli Ozan…
Yunus Emre çok gezmiş.
Gezdim Urum ile Şam'ı.
Yukarı illeri kamu.
Çok aradım bulamadım.
Şöyle garip bencileyin.
"Benim gibi zavallısını, miskinini, garibanını bulamadım; en garip bendim." diyor.
"Baktım, en garip kendimi gördüm." diyor ama derya!
O zaman biz olsaydık, Yunus karşımıza gelseydi, kim bilir ona nasıl bakardık?
İşte bir derviş, üstü tozlu, saçı sakalına karışmış, elbiseleri eski, üzerinde kırk tane yama var. Çarıklı, değnekli biri.
Onun için büyüklerimiz ne diyor:
"Her gördüğünü Hızır bil!"
Belli olmaz, her gördüğünü Hızır bil!
Yunus, şair; biz de şair bir milletiz. "Şair bir milletiz." demek kolay ama biraz şöyle enini boyunu anlatalım; anlatacak şeyler çok:
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Belh'ten gelmiş. Belh; Horasan'da, Hazar Denizi'nin daha doğusu, İran'dan öte… Orayı geçmiş, İran'ı geçmiş, Anadolu'ya öyle gelmiş. Hazar Denizi'nin doğu tarafında, Harzemşahlar ülkesinde. Oralarda âlimdir, hâfızdır; tefsir okur, hadis okur, fıkıh dersi verir; vaktini böyle geçirir, tedrisle, eğitimle vakit geçirir. Ciddi âlim.
Mevlânâ diyor ki;
"Bizim orada âlimin şiirle meşgul olması ayıp sayılırdı."
"Bak bak, hafif meşreplik yapıyor, koca âlim olmuş, şiirle meşgul oluyor!"
"Fakat Anadolu'ya geldim; bu milletin hâli bir başka türlü." diyor.
Anadolu ahalisi için bizim ecdadımızı için; "Bunların hâli başka!" diyor.
"Bunların yanında şiirden daha kıymetli şey yok. Şiiri çok seviyorlar! Ben de onun için sözlerimi şiir tarzında söyledim." diyor.
"Onun için Mesnevî'yi şiir tarzında söyledim." diyor.
"Harezm'de olsaydı, beni ayıplarlardı. Ama Anadolu'da şartlar böyle gerektiriyor. Onun için böyle söyledim." diyor.
Yunus Emre. Şiirlerini seviyoruz, okuyoruz, dinliyoruz.

I. Selim var; pala bıyıklı, sinirli, asabî. Yavuz Selim var. Yavuz, "kötü" demek; yahşi "güzel" demek Türkçe ‘de. Yavuz "fena" demek. Yavuz Selim; pek fazla kızdırmaya gelmez, ne yapacağı belli olmaz. Yavuz!
Ordu isyan etmiş. Çaldıran tarafına doğru giderken, gitmeyelim vs. Çadırına silah atmışlar. Atına çıkıyor, diyor ki;
Rahatını seven karısının yanına gitsin! Ben savaşa gidiyorum, benim gibi düşünen ardımdan gelsin!"…
Mısır'a giderken hava yağmurlu. Meşhur Şemseddin Kemalpaşazâde'nin atı çamurda, şöyle biraz ayağını oynatınca, padişahın kaftanına çamur geliyor. Sultanın o güzelim kaftanı çamurlanıyor. Şemseddin Kemalpaşazâde sapsarı kesiliyor.
Acaba ne olacak şimdi?
Kaftanını çamurlamış olan bir insana ne yapacak?..
Yavuz Selim gayet sakin;
"Bu kaftanımı alın, bu kaftanımı yıkamayın! Çamuru aynen kalsın! Âlimlerin atının ayağının çamuru bizim için şereftir! Bunu kabrime götürün, sandukamın üstüne koyun!" diyor.
Şimdi Yavuz Selim'in sandukası üzerinde o çamurlu kaftan duruyor.
Âlim sevgisine bak! Âlime hürmete bak! İlme verdiği kıymete bak! Ötekisi can derdinde, yüzü sapsarı kesiliyor. Yavuz Selim kızacak da, "Kesin şunun kafasını!" mı diyecek, derken o; "Bu kaftanı alın, sakın çamurunu yıkamayın! Bunu sandukamın üstüne örtün!" diyor.
Bir de şunu demişti, malum:
"Ben öldüğüm zaman şu kutuyu benimle kabrime beraber gömün!"
Sedef işlemeli, güzel, büyükçe bir çekmece.
Ölmüş, Allah rahmet eylesin.
"Vasiyet etti, bu kutuyu da gömeceğiz." diyorlar.
Başkaları diyor ki;
"İslâm'da kabre eşya gömmek yok! Mücevher filan gömmek yok. Eski kavimlerin âdetleri, böyle şey olmaz!"
Olur!
Olmaz!
"Onun da bir bildiği vardır; 'Gömün.' dediğine göre gömelim."
"Hayır, olmaz, şer'an muhalif iş yapılmaz! Padişah da olsa vasiyet de etse yapılmaz!"
Sonunda "Peki, açalım!" diyorlar.
Kilitli. Uğraşıyorlar, uğraşıyorlar; uğraşırken kapağı açılıyor. Tabi kapak açılınca, biraz denge bozulunca, içinden bir sürü kâğıt etrafa saçılıyor. Kâğıt; yüzük değil, gerdanlık değil, elmas değil, pırlanta değil, yere kâğıtlar saçılıyor. Alıp bakıyorlar ki fetvalar. Hangi işi yapmışsa fetvasını almış da öyle yapmış.
Şeyhülislâm orada, kendi fetvalarını çekmecede görünce, 'Kabre bunlar konulsun!' diye ettiği vasiyetten Yavuz Selim'in maksadının ne olduğunu anlıyor…
Selam olsun yerine göre Yunus, yerine göre de Yavuz olan canlara…
Muhabbetle…