Peygamberimiz, "Kimin dili doğru söylüyorsa, kalbi müstakimse; onlar ilimde rüsuhkesbetmiş âlimlerdir." diyor. Yani rüsuhu ilmin miktarına değil, kalbin selametine bağlıyor. İlmin çokluğu ile âlim olunsaydı yani her ilim bilen, âlim seviyesine gelecek olsaydı sahabenin çoğunun ilmi kendilerinden sonra gelecek olan âlimlerin seviyesinde bile değildi ama onlardan çok daha yüksek seviyedeydiler. Buradan anlaşılıyor ki, ilimde rüsuh sahibi olmak, ilmiyle amil olmak demektir. İnsan ümmî olabilir, ama evliyâ olur.

Hacı Bektaşi Veli’nin talebelerinden birine kulak verelim:

“İlim ve amel fayda vermez; niyeti temiz olacak, kalbi pâk olacak insanın... Kalbi sâfî olacak!.. Kalbi sâfî olmayınca kıymeti olmaz. Camiye geliyor fitne için fesat için; olmaz, namazının kıymeti yok... Dünya menfaati için şu işi yapıyor; olmaz... Gösteriş için riya için yapıyor; kıymeti yok... Niyeti güzel olacak, kalbi pırıl pırıl olacak.”

Kalbin ışıltısı da niceliğinden çok niteliği ile anlaşılabilir.

“Her kap, içindekini dışına sızdırır. Senin kalbin temiz olsaydı, amellerinden, icraatından, yüzünden belli olurdu. Allah Kur'an-ı Kerim'de, eski ümmetlere bizim ümmetimizi anlatırken ‘İleride öyle bir ümmet gelecek ki; onların yüzlerinde pırıl pırılnûrâniyet, alâmetler vardır’ diye anlatıyor Ümmet-i Muhammed'i... Dışına akseder; baktın mı anlarsın...

İlim, ilmi uygulamak, ilmi ile amil olmak ve kalbinin temiz olması da yetmez; ancak, bunların hepsi Rasûlüllah'ın yoluna uygun olduğu zaman kıymeti var... Bid'at olduğu zaman kıymeti yok...”

“İnsan kendi kendisini kontrol edebilir, soruşturabilir. Kendi durumuna bakabilir, kendi durumunu ölçüp tartabilir. Yâni ‘Ben bir şeyler yapıyorum ama ortada kimse yok, şimdi tek başıma bir kendimi düşüneyim: Benim ömrüm nereye gidiyor? Ne yapıyorum, hangi yolda yürüyorum? Benim bu yaptığım iyi bir yol mu? Yâni iş mi benim yaptığım? Yaptığım Allah'ın hoşuna gider mi? Allah'ın gazabını mı çekerim, sonuçta zarar mı ederim, kâr mı ederim?..’ diye insan kendi kendisini şöyle bir yoklamalı! Kendisini tenkit hedefi olarak karşısına alıp, gittiği yolu hakkında kendisine not vermeli. İnsan kendisini düşünmeli, kendisini yoklamalı... Bu önemli bir şey”

İstikamet üzere bulunan insan sadece kendisine mi fayda sağlamış olur yoksa onun bu hali yakın ve uzak çevresini de etkiler mi? Elbette etkiler, bugün toplum olarak geldiğimiz pek çok kötü neticenin sebebi “dosdoğru” Müslüman olamamaktan, hakikati bilememekten, hakikati söyleme asaletinden yoksun olmaktan değil midir? Dünya nazarında ümmet-i Muhammed’in uğradığı gadr ve bulunduğu konum sırat-ı müstakim üzere olunsa idi yine de başımıza gelir miydi? Gelmezdi. Aksi olsaydı, Müslümanlar bütün âlemi kendine hayran bırakan bir topluluk haline dönüşürdü...

“Adam İngiliz, gelip bizim dedelerimizle Gelibolu’da çarpışan muharib, savaşçı ne demiş?..

‘Dünyanın en asil insanlarıyla çarpıştık orada... Esir olanlara o kadar güzel muamele ettiler ki, öyle soylu, öyle güzel ahlâklı insanlardı ki, dünyanın en yüksek insanlarıydı onlar... Bizim onlarla harb etmemiz çok yanlıştı.’

Dedelerimiz İslâm terbiyesiyle yetişmiş mert insanlardı. Askerleri mertti, gerçek inançlıydı, Allah yolunda çarpışıyorlardı ama düşmanına bile kendisini sevdirecek asil insanlardı. Böyle soylu, böyle efendi, böyle ahlâklı, böyle güzel insanlardı. Bu nerden oluyor?.. İslâm ahlâkı bu.

Allah Hâkim’dir yani her işi muhkem olan, yâni sapa sağlam, hiç eksikliği, hiç ayıbı olmayan; işini yerli yerinde, tastamam, dosdoğru yapan, izzetli, itibarlı, kıymetli, her şeyi yenen, her türlü noksandan münezzeh olan demektir. Hakîm olan Allah kullarından da dosdoğru olmalarını, dosdoğru bir imana sahip olmalarını, dosdoğru bir yol üzerinde bulunmalarını ve bunu talep etmelerini emretmiştir. Bir başkası adına hidayet dileyen Sevgili Peygamberini bile uyarmış, bu talebin ancak kendi izni ile gerçekleşebileceğini ve bunun sırrının ise kulun hidayet talebinde aşikâr olduğunu beyan etmiştir...

Allah bize, dobradobra gerçekleri bilen, gören, söyleyen ve gerçeklere uyabilecek bir ruh asaletine sahip olmayı nasip etsin...

Kork­ma düş­man­dan ki ateş ol­sa yan­dır­maz se­ni!

Müs­ta­kîm ol, Haz­re­ti Al­lah utan­dır­maz se­ni!”