Birkaç hafta önce yazmıştım sizlere Emine Nineyi. Hatırlarsanız “toz toprak ellerim, olmaz kirletme şimdi üstünü başını” demişti bana. Gözlemeler, şepitler hazırlamıştı. Can boğazdan gelir diyerek önümüze sermişti neyi varsa. Devamında paylaştıklarımızı da aktarmak istedim sizlere.

Arkadaşımla avluda temiz havanın tadını çıkarırken tahta iskemlesiyle yanımıza geldi Emine Ninecim. Uzaklara dalan gözlerine dikkat kesilmiştim. Etrafında çizgiler belirginleşmiş, hafif çukurlaşmış ve keskindi. Yıllara meydan okuduğu belliydi. En şaşırtıcı olan özelliği ise dünyayı yeni keşfeden bir çocuk gibi ışıl ışıl parlamasıydı. “Ah kuzularım” diye başladı söze, gözlerini uzaklardan hiç ayırmadan. “Önceden köyümüz çok kalabalıktı. Sağımda solumda ocaklar tüterdi. Kadınlar ayrı toplanır erkekler ayrı toplanır çocuklar ayrı toplanırdı. Şimdi 3-5 ev kaldık buralarda..”

Bunları söylerken acı çektiği her halinden belliydi. Eski günlere olan özlemiyle şimdiye olan çaresizliği onu perişan ediyordu.

“Kuzularım biz toprağımıza küstük. Gençlerimiz beğenmiyor buraları. Hepsinin gözü şehirde. Giden geri dönmüyor, yerini yurdunu satıp bütün bağlarını koparıyor. Elbet gitsinler, okusunlar, büyük adam olsunlar isterim ben de ama unutmasınlar yuvalarını, atalarını. Yüz çevirmesinler buralardan.”

İçim sızladı. Modernizm akımına kapılıp giden, özünden çok başka milletlerin özüne özenen, kültüründen utanırcasına uzaklaşan bir devrin çocukları mı olmuştuk?

Emine Nineler neden köylerinde yalnız kalıyordu? Şehrin ışıltılı sokakları ruhumuzu karartıp gerçeklerden uzaklaşmamızı mı sağlıyordu? Ya telefondaki uygulamalara harcadığımız saatler toprakta yetişecek bir mahsul kadar değerli değil miydi?

Aklıma birden birçoğumuzun çocukluk şarkısı geldi.

“Orada bir köy var uzakta. O köy bizim köyümüzdür. Gitmesek de gelmesek de o köy bizim köyümüzdür.”

Bence gidelim, görelim, dinleyelim, demli çay eşliğinde iki sohbetin belini kıralım. Emin olun en çok size iyi gelecek..