10.000 yıl önce Fırat ve Dicle nehirleri arasında ilk tohum evcilleştirildiğinden beri, insanın doğayla ve kendi arasındaki ilişkinin seyri çarpıcı bir şekilde değişti. Avcı-toplayıcı dönemde doğal sistemin bir parçası olarak eşitlikçi bir düzende yaşayan atalarımız, tarımla beraber çevresini kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye, hakimiyet kurmaya çabaladı.

Canlılar arasında bir hiyerarşi olduğu algısını oturtarak ilerleyen medeniyetimiz, kendini piramidin en üst noktasına koyarken bu süreçte doğanın efendisi rolünü içten içe benimsedi. Zaman ilerledikçe de bu rol kimliğimizin bir parçası oldu. İnsanlığın yararı kisvesi altında toprağı, hatta kendimizden zayıf gördüklerimizi nasıl sömürdüğümüz tartışılamaz, eleştirilemez bir konuma ulaştı. Öyle ki mevcut tarım pratikleri, sanki gökten inmiş kanunlar gibi dünyanın dört bir yanında uygulanmakta.

Tarımda Liberalleşme ve Yeşil Devrim

Bu noktaya nasıl ulaştığımız binlerce yıllık tarihimizin bir parçası olsa da 1940’lardan itibaren yaşananlar, tarımın nasıl yapılması gerektiğine dair bilgilerimizi yeniden yazdı. İkinci Dünya Savaşı sonrası iki kutuplu uluslararası sistemde, Batı blokunun serbest piyasa ve uzmanlaşma (örneğin bir bölgenin kendi kendine yetebilmesi yerine sadece daha fazla para kazanabileceği ürünü yetiştirmesi - Alanya’daki muz yetiştiriciliği) gibi liberal politikaları izlemesi, tarım sektörünü de etkiledi.

Önceden toplulukların nihai amacı, ki çok eski olmayan bir süreçten bahsediyorum, kendi toprağında büyüyen ürününü mevsiminde yetiştirip kendi ailesini, köyünü doyurmaktan çok da öteye gitmezdi. Şimdiyse asıl hedefimiz, dağ taş demeden her yere sera yapıp Rusya’ya satmak için kışın domates yetiştirmek.

1940’lardaki değişim sadece ekonomik ve politik anlamda değil, teknik alanda da gerçekleşti. “Yeşil” Devrim’le beraber kimyasal gübre ve ilaç gibi verimi arttırmaya yönelik yeni uygulamaların piyasaya sürülmesi, tarımcılığı kökten değiştirdi. Doğaya, ekosisteme verdiği zararlar düşünülmeden, ne idiği belirsiz kimyasalları, sırf daha fazla verim alma, doğanın efendisi olma aşkıyla toprağa boca etmeye başladık.

Çoğu çiftçi için böcek ilacı atmadan, gübre vermeden ürün yetiştirmek imkansız gibi gözükse de, 10.000 yıllık tarım tarihinin sadece son 80 yılında bu yöntem popüler. Geleneksel tarım uygulamalarımız tek tek unutulurken yurtdışından gelen tohum, gübre ve ilaçla, yüzlerce dönüme tek tip bitki ekerek çiftçilik yapıyoruz artık.

Sadece Tarım Değil Çiftçi de Değişti

Bu durum bize has değil, Vietnam’da da böyle Brezilya’da da. Üç beş uluslararası tarım şirketinin elinde olan piyasada piyon haline geldik. IMF ve FAO gibi örgütlerin, devletlerin kurduğu bu oyunda rolümüzü öyle ustaca belirlediler ki, bir dokunsan bin ah işiteceğin çiftçiler yok olup tükenirken sistemin çarkları tıkır tıkır dönmeye devam ediyor.

Küçük ölçekte tarım yapan çiftçiler yerine zengin toprak sahipleri piyasayı ele geçiriyor. Garibanın bir lokma ekmeğini kazandığı toprak, ağaların uçsuz bucaksız tarlaları tarafından yutuluyor. Devlet de bu adaletsizliğe göz yummanın da ötesinde adeta teşvik ediyor. En basitinden Alanya’ya bakarsak 2010’larda verilen çiftçi destek kredilerini kimler alabildi? Taşrada toprağını süren mi yoksa 200 dönüm muzluğu olan otel sahipleri mi?

Genel açıdan küresel tarım sistemi, kimyasal girdi odaklı tek tip tarımı teşvik eden ve zengini koruyan bir yapıya bürünmüş durumda. Bu sistemi ayakta tutan temel harç da doğanın ve küçük ölçekte tarım yapan çiftçilerin sömürülmesi, giderek yok edilmesi. Sistemi bir bütün olarak sorgulamazsak, piramidin tepesine tırmanmak isteyenler üstümüze basmaya, doğayı tahrip etmeye devam edecek.