Göremiyorsunuz, karanlık sizin dünyanız.. Gözlerinizi kocaman açıyorsunuz boş, kısıyorsunuz bir damla ışık için boş. Her yer, her an karanlık. Şimdi olduğunuz yerden kalkın ayağa, yürümeye başlayın, cesurca, tereddüt etmeden. Olmuyor değil mi? Hatta ilk yaptığınız hareketi tahmin edeyim. Ellerinizi etrafta gezdirmek, öne doğru uzatarak olabilecek “engelleri” savuşturmak. İşte tam da şu an engellileri düşünerek yapılmış olan kaldırımdaki hissedilebilir yüzey (görme engelli yolu) üzerine park eden araç sahiplerinin söylediklerini ifade edeyim size;

“ya ne olacak, hemen gidip geleceğim, buradan engelli çok geçmez ki…”
Oysa geçer. Hem de sizin o kadar kısa dediğiniz zaman diliminde geçer. Hayat işte, tam da o an engelli bireyin de sizin gibi işi çıkar.
Hala aynı şekilde park etmekte ısrarlı mısınız?
Yürüyemiyorsunuz. Tekerlekli sandalyenizin izin verdiği ölçüde hareketlisiniz. Dışarıda mis gibi bahar havası. Alanya’da ne de çok oluyor bu havalar. Sandalyenize bindiriyor anneniz, babanız. Atıyorsunuz kendinizi sokaklara. Yolları, kaldırımları yapılmış olan, şarj istasyonları kurularak kesintisiz erişim sağladığınız bu şehir için“iyi ki Alanya’da yaşıyorum değmeyin keyfime”cümlesini içinizden geçirirken bir de ne görün! Üzerinden geçeceğiniz rampanın önünde bir motosiklet park edilmiş. Ya da esnaf arkadaş taburesini, masasını yerleştirmiş bir güzel. Sağa manevra yapıyorsunuz olmuyor, sola manevra yapıyorsunuz olmuyor. İşte o zaman isyan ediyorsunuz. Şehir fiziki ulaşıma erişmiş ama insanoğlu hala yolun en başında, sadece kendi dünyasında, sadece küçük kalıplarda.. Yetişiyor zabıta ekipleri, çektiriyor, uyarıyor, ceza yazıyor ama istediğiniz bu değil ki! İsteğiniz buna mahal vermeden herkesin birbirini kabul etmesi, birbirine saygı göstermesi.
Hala kabul etmemek de ısrarlı mısınız?
Duyamıyorsunuz, sessiz sizin dünyanız, hareketli ama sessiz. Vücudunuz en büyük iletişim aracınız. Yolunu izini bilmediğiniz bir adres arıyorsunuz. Karşıdan kendinden emin biri geliyor, ona sorayım diye içinizden geçiriyorsunuz. İlk hamleyi elinizi havada sallayarak yapıyorsunuz. Adam duraksamadan gidiyor. Hayalet misali yok sayıldınız. İçinizde bir şeyler kırılıyor ama vazgeçmek yok gitmek zorundasınız. Nitekim çok geçmeden bir kişiyle daha karşılaşıyorsunuz, yine aynı hamleyle sil baştan başlıyorsunuz. Bu sefer galiba başardım diye düşünürken karşınızdaki kişi ağzını kocaman açarak bir şeyler söylüyor ama duymuyorsunuz doğal olarak anlamıyorsunuz da. O ise devam ediyor ağzını daha büyük açmaya, siz de anlamamaya. En sonunda sıkılıyor bu durumdan, varıp yoluna gidiyor.. Yine kırıldı içinizdekiler. Oysa çok bir şey istemediniz, sadece vücudunu kullanarak anlatsın, yazsın karalasın çizsinkağıda, savuşturmasın başından…
Şimdi ise anlamıyorsunuz, sadece sesler var ama hepsi havada, birleşmiyor, ilişki kuramıyorsunuz. Kontrol edemediğiniz gülmeleriniz, ağlamalarınız var. Çocuklar, büyükler
“deli” diyor bazen. Sahi “deli” ne demek diye soruyorsunuz kendinize? Acaba beni seviyorlar mıydı? Gülerek söylüyorlar, belki güzel bir şeydir diyerek yanaşıyorsunuz onlara ama siz yaklaştıkça kaçıyor onlar, git diyorlar. Hatta sopalar oluyor ellerinde. Galiba kötü bir şey “deli” olmak deyip kızıyorsunuz bağırıp, ağlıyorsunuz. Oysa anneniz babanız ne çok sever sizi bir de öğretmenleriniz. Kötü olsam onlar sever miydi diye içinizden geçiriyorsunuz. Keşke Beni de oyunlarına alsalar top oynasak, ip atlasak arkadaş olsak cümleleri büyüyor. En çok da parkta herkes size bakarken, garip sesler çıkardığınızda, anneniz bu durumdan sıkılıyor, günah işlemişçesine mahcup oluyor, içine kapanıyor. Siz pek anlayamıyorsunuz bunları evden dışarı çıkamamaları. Zaten çoğu kez anlamazdınız ama sevgi nedir bilir ve bir tek o zaman içinizi açıp verilenleri alırdınız yani anlardınız.
Şimdi sorarım sizlere hala aynı şekilde mi davranacaksınız? Hepimize yetecek büyüklükte bir dünya varken hepimizi kabul edecek yüreklerle yaşamaya ne dersiniz?