Bir anne olarak, bir insan olarak asla savaştan yana olmadım. Ama savaşmak bazen hayatta kalmanın başka şeklidir. İlk tank ve eli silahlı askeri beş yaşında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatmaya gerken yok sanırım. Doğup büyüdüğüm şehre Rus Ordusu baskın yaptığında tarih 20 Ocak, 1990 yılını gösteriyordu. Bakü Ocak katliamı yaşadığımız oncasından sadece biriydi.

Yaşıtlarımız gibi renk renk hayaller yerine, işgal edilmiş topraklarımızın kurtuluşunu düşlerdik. Milli duygularınıza bir de intikam yüklemiştik. Öyle büyük haksızlığa uğramıştık ki, büyük laf edecek ne halimiz, ne yüzümüz kalmıştı. Çünkü Karabağ Savaşı zamanı yüzlerce kadın, gelinimiz esir alınmıştı. Büyük yarayla çırpınan bir toplum yatmış aslanı hatırlatmıştı belki de.

Büyük umutlarla yıllar bir birini kovaladı. 27 Eylül günü karşı tarafın saldırısı yeni savaşı körükledi. Yıllarca büyük teşkilatların lafta çalışmaları hiçbir sonuç vermemişti. Karabağ bağrından kopanları, oradan savaş nedeniyle ayrılanlar da evini çok özlemişti.

27 Eylül itibariyle 44 günlük savaş başlamış oldu. Üç bin üzeri şehit veren şanlı ordumuz kanıyla yeni tarih yazdı. Bir kez daha düşmanın rengini, nefretini ve vicdansızlığını dünyayla beraber görmüş olduk. Azerbaycan seferimde Gence katliamının yaşandığı yerleri tek tek gidip gezdim. Yaralar çok taze, acı çok büyük. Yine de bir zafer var ki göğsümüzü gururla kabartıyor.

Azerbaycan asla savaştan yana olmadı ama cumhurbaşkanımız İlham Aliyev'in dediği gibi "demir yumruk" bazılarının çoktan hakkettiği bir gerçekti. Yanımızda Türkiye ve Pakistan vardı. İyi ve Kötü gün dostları gün ışığı gibi ortaya çıkmıştı.

Şimdilerde Karabağ büyük restorasyon ve tadilat sürecini yaşıyor. Giderken ağaçları dahi kökünden koparan vandallar eminim hala savaşın şokunu atlatamamıştır.

Dilerim bundan böyle ne savaş, ne katliam yaşarız. Ve... YİNE söylemek istiyorum ki, hiçbir haksızlık sonsuza kadar sürmez!