Bundan, ben diyeyim “üç” siz deyin “beş” yıl kadar önce…
İstanbul’a yerleştiğim ilk zamanlar yani…
Bedava reklam olmasın diye gazetenin ismini yazmıyorum ama “bilindik” bir gazetede işe yeni başlamışım…
Bakıyorum çevremdeki herkes “pırıl pırıl” geziyor, bakımlı, traşlı…
Kızların dudakları boyalı, gözleri sürmeli, yanakları al al, kimisinin burnunda “hızma”…
Erkekler genelde “kısa saçlı”, sakal tıraşları günlük, kimisinin kulağında “küpe”…
Böyle heriflere “metroseksüel” diyorlarmış, orada öğrenmiştim ilk…
İnsan ister istemez çevresine ayak uydurmaya çalışıyor böyle durumlarda…
İlk iş olarak kendime bir berber buldum ve hemen hemen her gün sabah iş yerine gitmeden berberime uğrar oldum…
Neşeli bir dükkandı, gırgır şamata bol…
Özellikle de “Fener cimbom” tartışmaları, tartışma demeyelim de “esprileri” vazgeçilmez konuların başında gelirdi…
Övünmek gibi olmasın, bende Fenerliyim ama dükkanda çalışan herkes cimbomlu…
Bölge itibarıyla öyle olması da normal zaten…
Anlattığım yer yıkılan Ali Sami Yen Stadı civarı…
Berber dükkanındaki herkes cimbomlu ama bir tek “çırak Hüsamettin” Fenerli…
Çok uğraşmışlar Hüsamettin’i Cimbomlu yapmak için, “işten atarız” diye tehdit etmişler, olmadı “gözünün üstünde kaş var” deyip tokatlamışlar ama nafile…
“Nuh” demiş, “Cimbom” dememiş Hüsamettin…
O nedenle çok severdim, iki üç güne bir “bahşiş” tutuştururdum eline…
Bu nedenle O’da beni çok severdi…
Hala haberleşiriz, arar halimi hatırımı sorar sağ olsun…
O dönemlerde 12-13 yaşlarındaydı ama kemik yapısı iri olduğu için daha büyük gösterirdi…
Tombul yanaklı, sevimli bir kerataydı anlayacağınız…
Metroseksüel herif olduk ya, yine bir sabah gittim dükkana günlük bakımımı yaptırmak için…
Baktım Hüsamettin’in sesi soluğu çıkmıyor, morali bozuk, pas vermiyor hiç…
“Hayrola len neyin var, gece benle mi yattın ne bu surat böyle” diye laf attım…
“Canım çok sıkkın abi hiç sorma çok dertliyim” dedi…
“Hayırdır” dedim “noldu”…
“Boş ve abi” dedi, “çok sıkıntılıyım, gidip Boğaz Köprüsü’nden atacağım kendimi, o derece” deyince diğer çalışanlarda meraklanmaya başladı…
Hep birlikte yüklendik Hüsamettin’e derdini söyletmek için…
Durup durup “intihar edeceğim, böyle hayat olmaz olsun, çekilmez böyle hayat” diyor başka bir şey demiyor…
Biz üstüne gittikçe de ciddi ciddi “ağlamaklı” oluyor…
Yaklaşık yarım saat  meraklandırıp, uğraştırdı bizi…
En sonunda da bombayı patlattı…
“Opera yoook, bale yoook böyle hayat mı olur abi, çekemem ben böyle hayatı”…
“Vay şerefsiz fırlama” dememize fırsat vermeden de kaçtı zaten dükkandan, yakalayıp hıncımızı alamadık o sabah…
İşte bu Hüsamettin dün yine aradı…
Bizim gazetenin internet sitesinden yazılarımı takip ediyormuş…
“Hastayım senin yazılarına” diye “ara gazı” verdikten sonra “ben de Alanya’ya yerleşmeyi düşünüyorum abi, bol miktarda opera ve bale etkinliği var mı acaba” diye sordu…
İnce ince dalga geçtiğini düşündüm önce, tam fırçayı basacakken, niyetimi anlamış olmalı ki, devam ederek, “valla dalga geçmiyorum abi, çok ciddiyim” dedi…
Kendi kendime bir an düşündükten sonra dudaklarımdan şu cümleler döküldü…
Gel Hüsamettin gel…
Opera ve bale çok sık olmasa da, sık sık konserler veren müzik koroları var…
Denizi, kumu, güneşi, tarihi kalesi var…
Ancak…
“Ahde vefanın” ne olduğunu bilmeyen, "eline ne tutuşturulrsa onunla avunan" bir siyaset anlayışı da var…
“Dost gibi” görünüp, arkadan kuyu kazan maskelileri de var…
Her ağzını açan “birlik-beraberlikten” bahsettiği halde, “saman altından su yürütüp”, kendi menfaatleri uğruna Alanya’nın güzelliklerini “iç etmeye” çalışanlar da var…
Ulaşamadığı ciğere “pis” diyen kedi misali, meslektaşlarını “tefe koyarak” ekmeğinden eden ve bundan da garip bir şekilde “haz alan” insanları da var…
Tam bu esnada Hüsamettin “vazgeçtim abi” dedi ve telefonu kapattı…
Ah be Hüsamettin, sözüm bitmemişti daha…