Asker ve yakın silah arkadaşım olan Yüzbaşı Tommiks, o dönemlerde henüz “portakal ağacında vitamin” olduğu için, şehir eşkıyaları her yerde kol gezmekte, kervanları basıp, insanları acımasıza öldürmektedir…
Sabah erken kalkıp, eline silah alanın “eşkıya” olduğu o dönemlerde, hac yolunda ilerlemekte olan bir kervan saldırıya uğrar…
Kervanda kimler var, kimler yok, saldırıyı gerçekleştiren eşkıya grubunun ismi ne bunları tam olarak bilmiyorum ama, bu “acımasız” baskında kervandakilerin hepsi bir bir öldürülür…
Sadece küçük bir erkek çocuğu, ağzındaki emzikle “uyur numarası” yapıp, paçayı yırtar ve sağ olarak kurtulur…
Büyüyünce en az benim kadar “yakışıklı ve karizmatik” olacağı ilk bakışta anlaşılan bu yavruyu, dönemin “orta halli” sayılabilecek bir ailesi evlatlık olarak alır…
Yeni ailesi tarafından “Kamber” ismi verilen oğlan çocuğu daha yürümeyi bile öğrenmeden, “tay tay” derken, ailenin bir de kız çocuğu dünyaya gelir…
Bu çocuğu adını da Arzu koyarlar…
Aynı insanlara “anne-baba” diyen bu iki genç, birbirlerini “kardeş” zannederek büyüyüp, serpilirler…
Kamber, oldukça yakışıklı bir erkek, Arzu da oldukça güzel ve alımlı bir genç kız haline gelir…
“Daha dün annemizin kollarında yaşarken” şarkısından, yaş itibarı ile “dam üstünde un eler, tombul tombul memeler” türküsüne terfi eden iki gencin arasında ister istemez bir yakınlaşma başlar…
Kardeş olduklarını zannettikleri için, duygularını sürekli frenleyen iki genç, aile içerisinden birisinin “kardeş değilsiniz” diye ispiyon etmesinin ardından hemen evlenmeye karar verirler…
Resmi nikah için gerekli olan İkişer adet cepheden çekilmiş vesikalık fotoğraf, ikametgah ilmuhaberi, nüfus cüzdanı örneği, sağlık raporu gibi evrakları hazırlamaya başlayan gençlerin bu hallerini gören evin “kötü kalpli” annesi derhal devreye girer ve gençlerin bin bir güçlükle hazırladıkları evrakları yakarak, evlenmelerine mani olur…
Gözü her zaman daha yükseklerde olan “kötü kalpli anne” kızını zorla “zengin ama yaşlı” bir herifle evlendirir…
Kendisini besleyip, büyüten, yıllardan beri “anne” dediği kadının bu kötülüğünü içine sindiremeyen Kamber, tıpkı Leyla’nın Mecnun’u gibi, eline sazını alarak kendini dağlara vurup, türkü söylemeye, ağıt yakmaya başlar…
Bu esnada, yaşlı ama zengin kocaya verilen Arzu, ne yapar eder adamı kendisinden uzak tutar…
Misal, bir gün “başım fena ağrıyor” mazeretini uydurur, bir başka gün “anam hasta, ona bakmam lazım” der…
Ya da ne bileyim, “kirpik uçlarım ağrıyor, bugün hiç havamda değilim, dıoğal gazı kesmişler sıcak suyumuz yok” gibi bir sürü bahane uydurarak “bekaretini korumayı” başarır…
Elini uzatsa dokunacak kadar yakınında duran, hem de nikahlı karısı olan dünyalar güzeli kızı bir türlü elde edemeyen yaşlı ama zengin koca, içine attığı bu sıkıntılar nedeniyle mum gibi eriyip gider ve bir süre sonra ölür…
Dağlarda sazıyla baş başa kalan Kamber, yavuklusu Arzu’nun evlendiği adamın ölüm haberini gazetede gördüğü vefat ilanı sayesinde görür ve hemen iletişime geçmeye çalışır…
Ama heyhat…
Evin “kötü kalpli annesi” devreye girerek, gençlerin kavuşmasını yine engeller…
Gel zaman git zaman, Kamber ile Arzu tamamen tesadüfü bir şekilde birbirlerini yeniden bulurlar…
Tam sarılıp, dudak dudağa öpüşeceklerken o adrenalin ve heyecana dayanamazlar ve bayılarak oldukları yere yığılır kalırlar…
Kızı Arzu’nun peşinden bir saniye bile ayrılmayan “kötü kalpli anne” o haldeyken bile gençleri ayırmak ister lakin, yerde baygın yatan aşıkların etrafı sularla çevrili olduğu için yanlarına yaklaşamaz…
Ve rivayete göre, iki sevgilinin göğüslerinden birer güvercin çıkar ve oracıkta can verirler…
Filmlere konu olan meşhur Kamber ile Arzu’nun aşk hikayesi böyle işte…
Peki, durduk yerde bu hikayeyi niye anlattım…
Son günlerde kendimi tam bir “aşk adamı” olarak hissediyorum da ondan…
Ama, Kamber gibi “çabucak pes edip” kendini dağlara vuranından değil…
Ne olursa olsun, hayat neyi getirirse getirsin, “pes etmeyi” sevmiyorum çünkü…
Hele hele bir de insanın Kamber’in Arzu’su gibi akıllı, güzel, alımlı, seksi, kendini sevdiği adamdan başkasına vermemek için sonuna kadar direnen bir yavuklusu varsa “pes edip, kendini dağlara vurmak” daha bir anlamsız oluyor…
Velhasıl, siz siz olun hayata karşı hiçbir zaman “pes” demeyin…
Hep siyaset yazacak değiliz ya, bugün de “aşk” ve “felsefe” yaptık işte, yarına Allah kerim…