Anne… Tüm hayatımızın başlangıcı, geri kalan hayatımızın kilit noktası. Öyle bir yere sahip ki insanın hayatında; kişi diğer insanlarla ne yaşıyorsa, kendi dünyasında ne yaşıyorsa bir yerlerden illa annesiyle oluşturduğu duygusal bağa dayanıyor. Bahsetmeye çalıştığım daha çok psikolojik anlamda nasıl bir etkisi olduğu aslında. Konuya bu noktadan bakmaya çalışalım birlikte.
Klişedir; bebek anne karnındayken hisseder birçok şeyi. Doğrudur… Annenin ruh hali, fizyolojik/psikolojik ihtiyaçları vs. daha ana rahmindeyken kişiyi etkilemeye başlar. Sonra bebek dünyaya gelir, tamamen yatay konumdadır, tamamen pasif… Her şeyiyle bir başkasına muhtaç. Daha kendi bedeninin farkında değildir, birkaç hafta sonra bedenini, parmaklarını hareket ettirmeye başlar. Ama en öncesinde, bebek dünyaya geldiği andan itibaren aslında anneyi görür, anneyi hisseder.
Annenin gerginliği, yüzündeki duyguyu fark eder. Daha kendi bedeninin bilincinde olmayan bu canlı, annenin aracılığıyla kendini ve dünyayı tanımaya başlar. Anne gülerse güler, anne gerginse o da gerilir, anne paniklerse bebek de kaygı hisseder. Tabii burada ‘anne’ kelimesini bir kavram olarak kullanıyorum aslında; bebeğe bakım veren kişi. Bebek doğduktan sonra birebir duygusal/fiziksel ihtiyaçlarını karşılayan kişi; baba, babaanne, anneanne, bakıcı vs her biri ‘anne’ olabilir.
Buraya kadar herhangi bir sıkıntı yok, normal gelişim ve ihtiyaçlar. Asıl sıkıntı annenin bebeği görmemesiyle, ihtiyaçlarına duyarsız kalmasıyla veya sevgisini tutarsız vermesiyle başlıyor. Özellikle 0-2 yaş aralığında, bebeğin henüz yürümeye başlamadığı dönemde; bebek dış dünyayı anne üzerinden deneyimliyor. Annenin verdiği tepkilerle kendi varlığını hissediyor, anlamlandırıyor.
Bir davranışta bulunuyor, annenin yüzüne bakıyor, orada hangi duyguyu görüyorsa iç dünyası ona göre şekilleniyor. Örneğin çocuk oyun hamurundan bir pasta yapıyor, anneye gösteriyor. Amacı ne? Annenin ilgisini çekmek, annenin sevgisine ulaşmak. Anne de ‘aa ne kadar güzel yapmışsın.’ benzeri tepkiler veriyor ve çocuk ihtiyacı olan aynalanmayı karşılıyor. Yine aynı çocuk iki gün sonra tekrar oyun hamurundan pasta yapıyor, anneye gösteriyor. Ancak bu defa anne kendi dertleriyle o kadar meşgul ki çocuk umurunda değil. Belki kayınvalidesiyle ilgili belki eşiyle ilgili belki sağlığıyla ilgili sıkıntıları olabilir. Bu defa çocuğa ‘’yine ne iş çıkarıyorsun bana, git odana oyna benim işim var!’ benzeri tepki veriyor.
Çocuğun ne hissettiğini düşünmeye çalışın. Tutarsız sevgi, reddedici ve ilgisiz tutum; dolayısıyla çocuğun değersiz/hiçmiş gibi hissetmesi olağan ve yetişkin yaşamda ruhsal sıkıntı yaşaması ise kaçınılmaz oluyor.
Hepimiz fark edilmek isterim, başkaları bizi görsün isteriz. Bir başkası bizi görmediğinde, görmezden geldiğinde nasıl kötü hissederiz değil mi? Değersiz hissederiz aslında, yokmuşuz gibi hissederiz. İşte bu duygunun temelinde bebeklik döneminde annemizin bizi ne kadar görüp, ne kadar görmezden geldiği yatıyor. Eğer çocukluğumuzda annemiz bizden gözlerini kaçırdıysa ve aynalanma ihtiyacımız yeterince karşılanmadıysa yetişkin yaşamda bir şekilde
ilgi çekmeye çabalarız, insanların bizi fark etmesi için elimizden geleni yaparız. Hepimizin çevresinde (belki içimizde!) bu modeller mevcuttur; hani aldığı her şeyi , gördüğü her kişiyi ısrarla sosyal medyada veya sosyal ortamlarda paylaşanlar…Giydiği kıyafetin bedenine yakışıp yakışmamasına bakmadan tamamen marka/fiyat üzerinden vurgu yapan, ilgi çekmeye çalışanlar… Yoksa da bundan sonra biraz daha dikkatli bakın hem kendinize hem çevrenize.
Her davranışın psikolojik bir anlamı vardır evet, ancak her şeyi de psikolojiye bağlamamak gerek. Bunu da unutmayalım :) Sevgiler…