Şüpheden Hakikate

Abone Ol

Dünyaya geldik, bu yaşa kadar yaş yaşadık, tecrübe kazandık. Dünyayı kendi penceremizden gördüğümüz kadarıyla tanıdık. Ama Allah bize öbür insanların pek çoğunda bulunmayan bazı nimetler bahşetti, bazı imkânlar ihsan etti. Onun için dünyaya bakışımız ve hayatı değerlendirmemiz hususunda birtakım üstünlüklere sahibiz. Eğer Güney Amerika'da doğsaydık ya da Çin'de dünyaya gelseydik veyahut Sibirya'nın Kamçatka yarımadasında doğsaydık, Alaska'da doğsaydık, Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında olsaydık dünya görüşlerimiz bugün bizim doğru olduğuna inandığımız gerçeklere bu kadar yakın olmazdı.
İçinde bulunduğumuz şartlarla olaylara çok yukarıdan, çok derinden bakma imkânımız var. Dünyadaki her şeyi doğru değerlendirme imkânımız var.
Bir taraftan bu dünyada yaşayan öteki insanlar kadar; İngilizler, Almanlar, Fransızlar, Amerikalılar, Ruslar kadar dünyayı tanıyoruz. Onları biliyoruz, hayatlarını görüyoruz, tanıyoruz. Mâneviyat âlemlerini de biliyoruz, iç dünyalarını da az çok tanıyoruz. İnançlarını biliyoruz, kiliselerini biliyoruz; yaşam tarzlarını biliyoruz, zevklerini biliyoruz. Ama onlar bizi tam olarak bilmiyorlar, bizim medeniyetimizi tanımıyorlar. Bizim inancımıza aşina değiller, bizim zevklerimize sahip değiller. Bizim tercihlerimizi yapacak ruh kuvvetleri, akıl imkânları kendilerinde yeterli miktarda mevcut değil. Bunun en önemli sebebi ise bizim gerçekten medeniyetimizi güzel temsil etmememiz... İşin kabuğunda, şeklinde, ritüellerinde kalmamız hatta bu güzel inancımızı dünya menfaati için kullanmamız...
Aslında, onların inançları sakatlanmış bir inanç olduğu için hurafeler karışmış bir inanç olduğu için gördükleri bilimsel tahsil ile inançları arasında bağlantı kurmaları mümkün olmuyor. Bizim aksimize bilimselleştikçe inançlarından uzaklaşıyorlar. Bizim medeniyetimizde ise gerçekten samimiyetle bilime, ilme önem verdikçe, hakikate yaklaşılıyor...
Onlar, inançlarına ancak duygusal bağlarla bağlılar:
"Biz İngiliziz veya Fransızız veya Almanız, Amerikalıyız. Küçükken şöyle yapardık, böyle yapardık. Noel'de şöyle eğlenceler olurdu. Anamız şöyle pasta yapardı, babamız şöyle ederdi. Papaz bize şöyle etmişti, böyle etmişti. Bu bizim kültürümüz, medeniyetimiz, biz bunları değiştirmemeliyiz." diyorlar.
Bu insanların gerçekleri görmeleri için önlerinde büyük dağlar, büyük engeller var. Onları aşmak zorundalar, aşamıyorlar. Ama biz gerçekleri bulmak için çok daha tabii şartlara sahibiz. Bir taraftan ailelerimizden İslâm'ı tanıyarak yetiştik, bir taraftan da yirmibirinci yüzyılın çağdaş meslek bilgileri neyse onları yapmaya çalışıyoruz...
İnançlarımız bize bildiriyor ve felsefî bakımdan da, filozofların fikrî çalışmaları bizi şu noktaya götürüyor ki bizim varlığımızın bir sebebi var, bir amacı var. Kâinatın bir düzeni var. Biz insanlar, çevremizdeki canlılar, cansızlar, evren, kâinat düzenli... Bu düzenin bir sahibi olması lazım.
Bunu filozoflar da, teist veya ateist düşünen herkes itiraf ediyor. Akıl bu noktaya götürüyor. Dekart'ın meşhur bir sözü var. Her şeyden şüphe ederek, her şeyi yıkarak yeniden inşa etmek için çalışmaya başlamış:
"Her şeyden şüphe edebilirim, Hıristiyanlıktan şüphe edebilirim." demiş.
İsa'dan önce insanlar kime inanacaklardı? Haç yokken neye tapınacaklardı? Kendi inançlarıyla İsa'dan öncesini izah edemezler.
Demek ki sınırlı ve yetersiz.
Her şeyden şüphe etmişler. Tabi bilim de şüphe ile başlıyor.
“Şüphe, bir hakikate doğru koşmaktır.”
diyor bir şair de... Elbette şüphe edeceksiniz ki araştıracaksınız ve gerçeği bulacaksınız. Her şeyden şüphe ediyorsunuz:
"Duyu organlarımızın bize bildirdiği izlenimler, beynimizin algıladığı algılar gerçeklerin ta kendisi midir, yoksa çarpıtılmış birtakım izlenimler midir? Hangi şey doğrudur, hangi şey yanlıştır?"
"Her şey izâfîdir."
Ama Dekart diyor ki;
Bu içimde düşünen bir ben vardır bende, benden içerü'yü bulmaya çalışıyor. Yunus bulmuş. Sonra o da buluyor:
"Düşünüyorum, o halde varım!" diyor.
"Bir şeyi yakaladım, tamam. Madem düşünüyorum, içimde düşünen bir şey var..." diyor, buradan başlıyor.
"Benim bu varlığım kendimden mi? Kendi kendimi ben mi var ettim?"
Kim yaptı? İnsan onu aramaya başlıyor. Varım; o halde beni var eden var! Düzen var, kanunlar var, tabiat kanunları var...
Onlar Allah'ın varlığına delâlet ediyor.
"Madem kanun var, düzen var; o halde bir düzenleyici var." diyoruz.
Akıl söylüyor...
Selam olsun varoluş sırrına eren, iyiliği yayan güzel kullara...