Nalıncı Keseri

Abone Ol
Sevgili okuyucular, bu haftaki konumuz bencillik, doyumsuzluk ve paylaşımsızlık… Bir sosyal bilimci olarak, ekonomik zorluklar içerisinde olan, geniş aile şeklinde yaşayan toplulukların, günümüzde örnek olarak gösterilen -modern denilen- topluluklardan daha kanaatkâr, daha paylaşımcı, daha BİZ’ci olması beni hep şaşırtmıştır. Ülkemiz de, gelişmekte olan ülkeler grubunda olduğundan bu iki grubun arasında bir yerlerde var olmaya çalışıyoruz haliyle. Yetişkinliğin temeli çocukken atılır, burada herkes hemfikir. Çocukluğun temelini de oyunlar oluşturur. Buradan maddi değeri olmayan oyuncaklar listemizi açıklıyorum; kayrak taşı, misket, ip, gazoz kapağı, kibrit kutusu, yamalı top, çamur-toprak… Bu aletlerin en büyük ortak özelliği; bunlarla oynanan oyunların hiç birisinin tek başına oynanmaması, oynansa da zevk vermemesi. Mutlu olmak için paylaşmamız gerektiğini öğretir bu oyuncaklar. Amacım eskileri yüceltmek, şimdiki dönemi kötülemek değil. Eskiden bencil, doyumsuz, paylaşmayı bilmeyen insanlar yok muydu? Tabi ki vardı. Sorun şurada; şimdi bütün insanların bencil olması gerektiği, böyle olmazsa bu hayatta tutunulamayacağı fikri aşılanıyor.
Ben önemliyim, benden başka bu dünyada hiçbir şeyin önemi yok! Bu düşünce insana her şeyi yaptırır. Evet, bütün insanlar önemlidir, sosyal hizmet eğitiminin temelini bu düşünce oluşturur. Burada vurgulamak istediğim nokta “bencillik” kısmı aslında. Atalarımızın güzel bir deyimi var “Nalıncı keseri gibi kendine yontmak” yani hemen her işte kendi çıkarını düşünerek hareket etmek. Yanlış olan ve olmaması gereken budur bence. Her ne pahasına olursa olsun kazanmak, her istediğini elde etmek seni mutlu edecek mi? Tabi ki hayır. Gelişmiş denilen ülkelerin bulunduğu Avrupa’da ve ABD’de intihar oranları ve madde kullanımı aşırı derecede yüksektir. Bu durumun sebebi araştırıldığında dünyadan artık zevk almamak, hiçbir şeyin bireyi mutlu edememesi, çekilen varoluşsal sancılar başrolü oynamaktadır. Daha anlaşılır olmak için örnek bir olay anlatayım. Ailesi bebekliğinden itibaren ne isterse yaptı, annesini ve babasını elinde kukla gibi oynattı. Çocukken kimseyle arkadaşlık kurmadı çünkü paylaşmak ona göre değildi, ama sanal oyunlarda çok başarılıydı. Ergenlik döneminde abuk sabuk şeyler denemeye başladı, kendisi gibi birkaç insanla paylaşımsız birliktelikler yaşadı. Evlenmek, birisine bağlanmak fikri çok saçmaydı, hiç başını ağrıtamazdı. Çocuk yaparsa huzuru kaçardı. Yaşamdan genel anlamda zevk alamıyordu, içini kemiren bir şeyler vardı. Birkaç kez psikiyatriste gitti ama o da bir halttan anlamıyordu. Bu hayatı yaşamanın anlamsız olduğunu düşündü ve SON.
Sözlerime değerli bulduğum “Derviş kaşıkları” hikâyesiyle son vermek istiyorum;
Dervişe bir gün sormuşlar:
– Hayatın sadece sözünü edenlerle, onu gerçekten yaşayanlar arasında ne fark vardır?
Derviş, “size farkı göstereyim “ deyip, önce sevgiyi ve paylaşmayı dilinden kalbine indirememiş olanları dergâhına çağırmış. Misafirlerine güzel-mükellef-bir sofra hazırlamış. Herkes, sofrada yerini almış, acıkmış bir halde beklemekteymiş. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları olarak adlandırılan bir metre boyunda kaşıklar misafirlere dağıtılmış.
Derviş yemeğe başlamadan şöyle bir şart koymuş:
– Bu kaşıkların en başından tutup öyle yiyeceksiniz.
Misafirler başta şaşırsa da karınları hayli aç olduğundan; “peki” deyip, çorbalarını içmeyi denemişler. Fakat kaşıklar uzun geldiğinden sıcak çorbayı döküp saçmaktan hem kendilerini yakmışlar hem de ağızlarına bir damla bile götürememişler. En sonunda bakmışlar olacak gibi değil “bu çorba bu şekilde nasıl içilsin derviş bizle eğlenir” diye söylenerek sofradan aç bir şekilde kalkmışlar.
Daha sonra derviş, bu defa sevgiyi ve paylaşmayı gerçekten bilenlerden bir grubu yemeğe çağırmış. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen insanlar gelmiş, sofraya oturmuş. Çorbalar dağıtıldığı vakit, onlara da aynı şartı dile getirmiş Derviş. “Hayhay” demişler…
Her biri uzun kaşığını çorbaya daldırmış, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak çorbalarını içmeye başlamışlar. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve sofradan afiyetle şükrederek kalkmışlar.
Derviş, hayatı gerçekten yaşayanların farkını soranlara dönerek şu sözleri dile getirmiş;
– İşte! Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Son olarak, şunu da sakın unutmayasınız; Hayat pazarında her zaman alan değil veren kazançlıdır.