Sevgili okuyucular, bu hafta sosyal hayatta en çok ihtiyaç duyduğumuz iki konu olan “ehliyet” ve “nezaket” e değineceğim. Ehliyet deyince hepimizin aklına ilk olarak, araç kullanmak için aldığımız belge gelir. Ehliyet özünde, kişinin bazı haklardan faydalanmaya, bu hakları kullanmaya ve bazı şeyleri yapabileceğine uygunluğunu belirten bir kavramdır. Burada değinmek istediğim nokta “söz ehli” olmak aslında. Nezaketten kastım da ‘’saygı’’ duyabilme becerisine sahip olmak. Teknolojik gelişmeler, değişen sosyal yapı, küreselleşen Dünya, insanların birbirleri ile etkileşimlerini de artırdı haliyle. Bu değişim furyasında toplumların özünü oluşturan bazı değerler de törpülendi.
Bir konu hakkında o konunun ehli dışında herkes bir şeyler söylerse ve hatta ehlin sözüne itibar edilmeyip fikirleri hor görülürse biz toplum olarak nasıl ilerleyeceğiz? Bir gözlem olarak; özellikle sosyal medyada sürekli yorumlar yapılıyor; yok yere insanlara hakaretler ediliyor; ailelerine, sevdiklerine ağıza alınmayacak sözler söyleniyor... “Tartışma” dediğimiz şey doğruyu bulmak için yapılır ama baktığımızda kim daha güzel sövüyorsa, kim daha çok bağırıyorsa o kişi kendini haklı sanıyor. “Nezaket hiçten gelir ancak her şeyi satın alır” derler. Nezaketten uzak tavırlar da insanı insandan soğutur mu? Soğutur. Bir konuda söz ehli değilsek ve o konuyu tam manasıyla araştırıp öğrenmeden sözümüzü ortaya koyarsak yapılan eylem “meyvesiz ağacı sallamak” değildir de nedir? Uzun sözün kısasını bir Anadolu deyişiyle yapalım o vakit, “bekle dost kapısını sadık dost isen, gönüller tamir et ehli dil isen, dünya sahrasında ehil değilsen; Ne kelamı çağır ne ilmi incit”.
Bir toplumda işin ehil olanlara verilmemesi, cehaletin yaygınlığı ve ilmin ortadan kalkmış olmasından ileri gelir. Ortalığı kesif bir cehalet kaplamış ve gerçekler ters yüz edilmiş ise işler; kapanın, yani ehil olmayan kimselerin elinde kalır… Bu da toplumlar için bir çeşit kıyâmet demektir. Ehil insanların yetiştirilmesi, günün en büyük cihadı, müslümanların en büyük başarısı anlamını taşımaktadır. Mekke’nin fethinden sonra, Peygamberimiz (Sav) Kâbe’nin anahtarlarını ‘’anahtar ehli’’ Osman Bin Talha’dan -kılıçla- aldırarak, kapıyı açıp Kâbe’ye girdi. Burada Allah, Sevgili Elçisine emanetleri (anahtarları) ehline geri vermesini emrederek şu ayeti indirmiştir: Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir. (Nisa Suresi, 58. Ayet Meali)
Çenesi düşük diye yerilmeden, bir hikâyeyle bitirelim o vakit bu kelamı da;
Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin seviyesini öğrenmek ister. Öğrencisinin eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip iri bir nesne verip: “Oğlum bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonunda da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir” der. Öğrenci elindeki nesne ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar. İlk önce bir bakkal dükkânına girer ve “Şunu kaça alırsınız?” diye sorar. Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır; evirir çevirir; sonra: “Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın” der. İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği nesneye ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü defa bir semerciye gider: Semerci nesneye şöyle bir bakar, “Bu benim semerlere iyi süs olur. Bundan kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm” der. En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu öğrencinin elindekini görünce yerinden fırlar. “Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden buldun?” diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. “Buna kaç lira istiyorsun? Öğrenci sorar: “Siz ne veriyorsunuz?” kuyumcu hemen “Ne istiyorsan veririm.” Der. Öğrenci, “Hayır veremem.” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar. “Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim”. Öğrenci emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker. Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karma karışıktır. Böylesi karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler… Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından geçen macerasını anlatır. Bilge sorar: “Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?” Öğrenci: “Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum, kafam karmakarışık” diye cevap verir. Bilge hoca çok kısa cevap verir: “Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bileni anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir.” Ehil insanın da “varlığının” kıymetini bilen, hisseden, fark eden nezaket sahibi “kuyumcular” mutlaka vardır. Mesele bazen kuyumcu olabilmek, bazen de kuyumcuyu bulabilmektir…