Bu mesele üzerinde bir hayli düşündüm. Kitaplarla, filmlerle, şarkılarla kısacası kendini hayallerden yapılma bir fanusun içinde avutan insanlara neden mutsuz olduğunun, niçin gülümsemediğinin sorulması ve bunun akabinde mutsuz olduğunu başkalarının ağzından duyanların telaşla fanusunu kırıp aynaya ya da kameranın kadrajına doğru koşmasını.
Niye bilmiyorum gülümsemek veya mutlu olduğumuzu, yalnız olmadığımızı cümle aleme duyurmak zorunda olduğumuz saplantısını atamıyoruz bir türlü kafamızdan.Etrafımızda genişleyen boşluğu var gücümüzle kemirirken belki de başkalarının yıllar, hatta yüz yıllar öncesinde yaşadıklarını da tekrar ediyoruz. Teknoloji çağını doyasıya yaşarken aslında kendimize dahi itiraf edemediğimiz, itinayla gizlediğimiz ama bir yolunu bulup hep ‘ben buradayım’ diye bas bas bağıran bir yalnızlık ve mutsuzluk hali ile de sürekli muhatap halinde oluyoruz.Bu hayretle roman kahramanlarıyla konuşan Sadık Hidayet’in, ölmeye karar verdiğini ilk olarak kedisine anlatan Mişima’nın, kendi çektiği filmleri daima yalnız başına izleyen Fellini’nin veya okuduğu kitaplara göre yaşayan pek mahzun hayalperestlerin kıvamını tutturduğu bir hisse yaklaşmaktan söz ediyorum. Kısacası epey süredir, teknolojinin tüm zorlamalarına rağmen bizi özümüze döndürecek olan gücün yine sanat/edebiyat olacağı kanaatindeyim ki, benimle aynı fikirde olanların hiç de azımsanmayacak kadar çok kişi olduğunu tahmin ediyorum.
Geçenlerde İstanbul’da özel bir üniversitede okuyan arkadaşımla bir kafede buluştuğumda (tabi önce bir telefon uygulamasından o kafede olduğumuzu belirttik) yukarıda yazdıklarımdan bahsettimkendisine dilim döndüğünce; mutsuz insanlardan, mutlu fotoğraflardan.Kendisi de gülümseyerek okulda işlediği bir dersin aşağı yukarı buna benzer bir şey olduğundan bahsetti ve hocalarından aldığı birkaç makaleyi gösterdi bana mailinden. Bu bilgilere göre son üç yıldır Avrupa ülkelerinde (Türkiye’de dahil) özellikle on sekiz- otuz yaş arasındaki insanlarda ortaya çıkan yeni bir psikosomatik bozukluk (psikolojik kökenli olan fiziksel hastalık) türü var; dijital yaşam içinde iki kimlikle yaşamak. Ama bugüne kadar bilinen kimlik karmaşasına bağlı olarak gelişen kişisel bozukluktan farklı bir şey bu. Birinci kimlik bireyin evden çıkarken tıpkı portmantodaki paltosunu usulca yerinden alır gibi bir gülümseyiş takması yüzüne ve gün boyunca bu gülümseme ile dolaşması. Kalabalıkların içinde yalnızlığını belli etmemek adına programlanmış çalar saat gibi on beş dakikada bir kahkaha atması veya yalnız olmadığını göstermek için sürekli etrafında insanların olduğunu gösteren fotoğraflar çekip sosyal medya hesaplarında paylaşması. İkinci kimlik ise zoraki gülümsemeyle kasılan yanaklar ve çevresinin ağırlığı altında ezilen gerçek olan hüzünlü yüzün sahibi. Makalelere göre bu hastalıktan muzdarip olanların çoğu, eve dönüp kendileriyle baş başa kaldıklarında sosyal medyadaki mutlu fotoğraflarına bakarak her şeyin yolunda olduğunu düşünüyorlar. Fakat bu iki kimliğin bir süre sonra birbirleriyle çatışmaya başlaması kaçınılmaz oluyor ve birey çeşitli nöbetler geçirip halüsinasyonlar görebiliyormuş. Böyle sohbetlerken hem kahvesini, hem de konuşmasını bitirdi arkadaşım. Kafeden kalkıp başka başka yönlere yürümeden evvel selfie(bak çek) çektirdik; ikimiz de gülümsedik kadraja. Arkasından baktım arkadaşıma, baya hüzünlü bir hali vardı doğrusu…